Son günlerde ne kadar sık karşılaştığımız bir soru bu. Kendimiz dışında her şeye o kadar enerji ve zaman harcıyoruz ki dönüp kendimize bakmak aklımıza bile gelmiyor. Tüm bu koşuşturma, günün sonunda hep bize bir şeyleri kaçırdığımızı hissettiriyor ama kaçırdığımız şeyin kendimiz olduğunun farkına bile varmıyoruz. Sorunun kısıtlı zaman olduğuna inanıyor, suçu hep ona atıyoruz. “Aman tadımız kaçmasın,” derken tüm anlamını kaybetmiş, küçük ve anlamsız bir hayat içinde takılıp kalıyoruz. Sırf konfor alanından çıkmamak için nasıl da dayanıyoruz monotonluğun ve sıradanlığın getirdiği yıkıma… Hayat, ilişkiler, sorumluluklar sarpa sarmaya başladığında bir çıkmazın içinde kendimizi sorgularken buluyoruz.
Adını koyamadığımız bu çıkmazı “akut rutinizm” diye tanımlıyor Raphaelle Giardano “İkinci Hayatın Tek Bir Olduğunda Başlar” kitabında. Dünyada gittikçe yaygınlaşan ruhsal bir sorun bu. Çoğunlukla aynı belirtilerle ortaya çıkıyor: motivasyon eksikliği, müzmin bir kasvet hali, anlam ve yön kaybı, hayal kırıklığı, bıkkınlık, kendini bir türlü mutlu hissedememe.
Kitabın ana kahramanı Camille’in içinde olduğu şu durum size de çok tanıdık gelmiyor mu?
“Her şeye rağmen hâlâ benimle olan bir kocam, harika bir çocuğum, iyi bir gelirim ve ara sıra, yeni müşterilerle kontrat imzaladığımda büyük manevi tatmin yaşamamı sağlayan bir işim vardı. Her şey yolunda sayılırdı. Olabildiğince. Ve işte tam da bu ‘olabildiğince’ yüzünden bir an önce Claude Dupontel’i görmeye ihtiyacım vardı. Çünkü bu küçük ‘olabildiğince’, çok büyük ‘niçinler’ ve yakında keşfedeceğim sonsuz sorgulamalar saklıyordu içinde.”
Belki de asıl sorulması gereken soru, “Neden mutsuz hissediyorum?” değildir. Asıl sorulması gereken, “Mutlu olmak için gerçekten her şeye sahip miyiz yoksa sadece toplum tarafından bir insanın mutlu sayılması için belirlenen kriterlere sahibiz diye mi mutsuz olmaktan bu kadar rahatsızlık duyuyoruz?” olabilir.
Böyle anlarda Montaigne’i hatırlamak hep iyi gelir.
“Herkesin gözü dışardadır; ben gözümü içime çevirir, içime diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi yoklar, kendimi tadarım. Kendimiz sandığımızdan çok daha zenginiz, ama bizi oradan buradan alarak, dilenerek yaşamaya alıştırmışlar: Kendimizden çok başkalarından faydalanmaya zorlamışlar bizi.”
Bu süreçte en önemli şey, aradığımız çözümün içimizde olduğunun farkında olarak adım atmaya hazır olmak. Farkında olmadan sürekli başkalarının yaptıklarına bakıyoruz ve onları takdir ediyor, kopyalamaya çalışıyoruz. Kendimiz için ise adım atmaya cesaret edemiyoruz.
Aslında hiçbirimizin bir kurtarıcıya ihtiyacı yok. Ama tanıdık olmadığımız bu süreçte bir yol gösterici olmalı yanımızda. Camille de tam böyle bir dönemeçteyken Claude Dupontel’le tanışıyor.
Claude’un şu sözleri Camille’in mutluluğa giden yolunda önemli bir adım oluyor: “Herkesin hayata karşı bir sorumluluğu var, sizce de öyle değil mi? Kendini tanımayı öğrenmek, günlerin sayılı olduğunun bilincine varmak, sorumluluk veren anlamlı seçimler yapmak. Ve elbette, yeteneklerini boşa harcamamak… Bir insanın hayatındaki en acil işi, kendini gerçekleştirmektir Camille!”
Camille’in yaşadıkları hepimize tanıdık. Adım adım mutluluğa ulaşma mücadelesi ise hayatımızı daha iyi yerlere taşımak için ilham verici. Siz de artık başkaları memnun olsun diye daima her şeyi kabullenmek istemiyorsanız, pasifçe oturup isteklerinizin kendiliğinden gerçekleşmesini beklemekten sıkıldıysanız, ilişkilerinizi kendi hâlinde sürüklenmeye bırakmaktan yorulduysanız ya da işinizde mutsuz olmaya artık dayanamıyorsanız, özetle siz de akut rutinizmden mustaripseniz Camille’in hikayesi sizin için bir yol gösterici olabilir.
Sonuçta ikinci hayatımız tek bir hayatımız olduğunu anladığımızda başlar!
KİTABI KEŞFETMEK İÇİN TIKLAYIN